5 Kasım 2016 Cumartesi

Hunt for the Wilderpeople

Selam. Kusursuz film What We Do in the Shadows 'da hem eş-yönetmen hem de başrol oyuncularından biri olarak tanıyıp sevdiğim Yeni Zelanda'lı harika insan Taika Waititi, bağımsız sinema açısından bir parça kısır geçen 2016 senesini şenlendirmeye karar vermiş olacak ki nefis bir filmle bizlere selam ediyor. Artık kendisi her ne kadar Thor:Ragnarök gibi gişeyi dağıtacak filmlerin yönetmenliğine kadar yükselmiş bir figür olsa da, içindeki mizah duygusunu ve amatör samimiyetini kaybetmemiş gibi görünüyor. Umarım uzun yıllar da kaybetmez.

Moniker'ın hazırladığı OST çok güzel olduğu için başka bir müzik paylaşmak içimden gelmedi:


İşte son Waititi bebişliği Hunt for the Wilderpeople!


 İyi hissetmek artık pek kolay ya da ucuz bir şey değil. Hatta gittikçe daha da lüks bir hale geliyor. Bu nedenle de insana kendini iyi hissettirebilen şeylerin kıymeti de giderek artıyor. Böyle bir lükse kavuşmanın en kolay yollarından bir tanesi ise şüphesiz iyi bir film izlemek. Bu noktada Hunt for the Wilderpeople için gönül rahatlığıyla 2016'nın en kıymetli işlerinden biri, diyebilirim. Çünkü 101 dakikanın sonunda kendini 101 dakika öncesine göre daha iyi hissetmeyen biri var mıdır, pek sanmıyorum.

Zor bir çocukluk geçirmekte olan ve aslında hali hazırda pek de kolay bir çocuk olmayan Ricky Baker'ı evlat edindirme çabası ile başlayan film, kısa süre içerisinde bir kaçma-kovalama öyküsüne dönüşse bile çok ciddi olaylar ve yansımaları, Ricky ve Hec'in alabildiğine basit tutumu ve samimi arkadaşlığı sayesinde masalsı, başka bir evrene ait gerçeklermiş gibi görünmeye başlıyor. Yeni Zelanda'nın haksızlık derecesinde mükemmel olan coğrafyası bu masalsılığa büyük ölçüde katkıda bulunuyor tabii bulunmasına ama övgülerin çoğu Ricky ve Hec'in neredeyse karikatürize karakterlerinin samimiyetine gitmeli.

Keşke bizim de böyle bir teyzemiz olsa
Dünyada işine bağlılık noktasında eşi benzeri bulunamayacak bir sosyal hizmetler görevlisi liderliğinde yürütülen insan avı ilerledikçe, filmin eteğindeki taşlar da dökülmeye başlıyor. Çok ağır ve alabildiğine gerçek dertleri olan Waititi'nin kendine yüklediği sorumluluğun altında hiç ezilmeden böyle mizahi bir ton tutturarak derdini anlatmayı başarmış olması ise kendisinden beklentimin giderek artmasına neden oluyor. Hele kendisine kıyak geçtiği bir kilise sahnesi var ki, neyse demiyorum bir şey.

Çok da uzatmayayım. Tupac'den Yüzüklerin Efendisi'ne, Hayvan Çiftliği'nden Soğuk Savaş dönemine, Terminator'a ve daha birçoklarına göndermeler, harika müzikler (gerçekten Moniker'in soundtrack albümüne mutlaka göz atın) ve şapşik Yeni Zelanda aksanı bonuslarıyla iyice gönlümü çelen Hunt for the Wilderpeople'ı film seyretmekten hoşlanan herkese gözü kapalı öneriyorum. Öyle dünyanın en filmi filan değil elbette ama izlemezseniz kesinlikle çok şey kaybedersiniz. Ha, tatlı tatlı gözleriniz dolarsa karışmam ama, söyleyeyim.

SHIT! JUST ! GOT ! REAL!' ahahah

Mutlu günler!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder